Yeryüzü muhtelif medeniyetlere sahne olmuştur. Nice medeniyetler kurulmuş, nice milletler geçmiş geçmiştir. Bugünkü medeniye ne ilktir ve ne de son olacaktır. Yalnız bugünlük bilgimize göre, eski medeniyetlerin yatağı ön Asya’dır; yakın doğudur. Üç kıt’anın kavuşak mıntıkaları sayılan yerlerdir. Mısır, Âsur, Finike, Yunan, Roma medeniyetleri aşağı yukarı hep birbirine muttasıl, akdeniz kenarlarında sıralanmış ülkelerde kurulmuştur. Binlerce sene evvel, buralarda yüksek medeniyetler parlamış, ilim, san’at, ziraat, ticaret çok ileri gitmiştir. Bu medeniyetlerin dini esaslara dayandıkları da şüphesizdir. Bu din esasları bazen sapıtmış, putperestliğe varmış ise de halk, din şuurunda hiçbir zaman âzâde kalmamıştır.
Medeniyetleri dini esaslara dayanan bu muhitlerde, bugün ma’lûm olan dinlerin sahipleri yaşamışlar, beşeriyete Allah’ın emirlerini tebliğ etmişlerdir. Hak ve hayır sedâlarını Allah’ın kullarına duyurmuşlardır. Gökten nur buralara inmiş, mukaddes beldeler buralarda kurulmuştur. Hazret-i İsa ve Musa, onlardan önce Hazret-i İbrahim ve diğer Peygamberân-ı ızâm hazarâtı bu topraklarda dolaşmışlardır. Büyük İslâm şairi rahmetli Mehmet Akif “Şark” manzumesinde bu diyarları ve onların mübârek hatıralarını şöyle yâd eder:
İlâhî!… Gördüğüm âlem mi insâniyyetin mehdi?
Bütün umrânı tarihin, bu çöllerden mi yükseldi?
Şu zâirsiz bucaklar mıydı vahdâniyyetin yurdu?
Bu kumlardan mı, Allah’ım, nebiler fışkırıp durdu?
Henüz tek berk-i iman çakmadan cevvinde dünyanın,
Bu göklerden mi, Yârab, coştu, sağnak sağnak, edyânın?
Serendibler şu sâhiller mi? Cûdîler bu dağlar mı?
Bu iklimin mi İbrahim’e yol gösterdi ecrâmı?
Haremler, Beyt-i Makdisler bu topraktan mı yuğruldu?
Bu vâdiler mi dem tuttukça bîhûş etti Dâvûdu?
Hirâlar, Tûr-i Sînâlar bu âfâkın mı şehkârı?
Bu taşlardan mı, yer yer, taştı Rûbu’llahın esrârı?
Cihânın garbı vahşetzâr iken, şarkında Karnaklar,
Haremler, Sedd-i Çinler, Tâk-ı Kisrâlar, Havernaklar,
İremler, Sûr-i Bâbiller semâ-pîrâ değil miydi?
O mâzîler, İlâhî, bir yıkık ru’yâ mıdır şimdi?
Bu topraklarla ilgili olan yerlerden biri de Arabistan‘dır. Arabistan yarımadasının coğrafî durumu şöyledir:
Arabistan kıt’ası bir mustatili andırır. Şimalden Filistin ve Suriye ile çevrilmiştir. Şark tarafından hudûdu Hîre, Dicle, Fırat, Basra körfezi, Amman denizidir. Cenûbunda Hint denizi de Aden körfezi vardır. Garp cihetinde de âlimleri Sina yarımadasını Mısır hudûdu dahilinde sayarlarsa da Jeoloji bakımından burası Arabistan’a katılmalıdır. Görüyorlar ki Arabistan yarımadası garp ve cenup tarafından deniz ile, Şimalden çöl ile, Şarkından da çöl ve Basra körfezi ile çevrilmiş by tabiî kalelerin içinde mahfuz bulunmuştur. Onu, müstemlekecilerin ve din yaymağa çalışanların hücumundan koruyan yalnız bu tabiî mânialar değildir. Kezâ memleketin iç tarafları da istilaya müsait değildir. Arabistan büyük bir yarımadadır. Bu geniş arazide toprak gayet çoraktır. Ekserisi çölden ibarettir. Bu itibarla oraya istilâcıların gözleri çevrilmemiştir. Dağ silsilelerinden müteşekkil ağlar, memleketin her tarafını sarmıştır. Bu dağ silsilelerinin en uzunu (Cenelü’l-sür’at)’dır. Bu dağ, Arabistan‘ı cenupta Yemen’den başlayarak şimalden Suriye’ye kadar böler. En yüksek tepesi (8000) kademdir. Bu geniş arazide hemen hemen hiçbir nehir yok gibidir. Yağmurların da muayyen bir mevsimi yoktur.
Ancak yarımadanın cenûbuna düşen Yemen kıt’asında yağmurlar boldur. Arazi de mahsuldardır. Kalan kısım dağlık, ziraate elverişsiz olan vadiler, çorak topraklar ve çöllerden ibarettir. Böyle bir muhit parlak bir medeniyetin kurulmasına da müsait sayılamaz. Onun için buraları çöl hayatından başkasına pek elverişli değildir. Arabistan’ın bedevi bir hayat geçirmesinin sebebi budur. Burada daima olarak bir yerde hayat sürüp gidemez. Çöl gemisi olan develere mer’a lazımdır. Halbuki bu mer’alar her yerde bulunmaz; vâhalar, kaynak olan yerlerdeki develer, vâhadan vâhaya gezerek karnını doyurabilir. Böylece göçebe hayat sürüp gider. Burası Afrika’nın Sahrâ’yı Kebîri gibi büsbütün hayat eserinden de mahrum değildi. Vâhalar ve mer’alar burada hayatı mümkün kılar. Yalnız hayat şartları çok ağır olduğundan kimse tamah etmezdi. Hatta Yemen’den başka yerleri eskiden beri çoklarına ma’lûm bile değildi.
Arabistan yarımadası, coğrafi durumu itibarıyla o gün için şarkla garp arasındaki ticaret yolu üzerinde bulunuyordu. Roma, Yunan gibi garptakiler, Hint ve diğer şarktakilerle ticareti Mısır ve Basra Körfezi yolu ile yapıyorlardır. Mısır ile Basra körfezi arasında kervanların geçtiği yer Arabistan’dı. Çöldeki kervan yolları Arapların elinde idi. Kervanların geçeceği yerleri, konakları bâdiyedeki Araplar bilirdi. Bu uzun kum çöllerini aşabilmek büyük mümâreseyi ve muhiti tanımayı icabeder. Sahrâda kervanların yolları, denizde vapur yolları gibidir. Muayyen bir istikamet ta’kîb etmeye mecburdur. Arabitan’da da kervan yolları başlıca iki istikametten giderler. Bunlardan biri basra körfezinden, dicleden geçerek suriye tarîkıyle Filistin’e gelir. Diğeri de Kızıl deniz’den işler. Bu iki yol vasıtasıyla o zamanki şark ile garp ticaret yapar, biri diğerinin mesnûatının alıp verirdi. Ancak bu kervan yolları çok meşakkatli ve korkulu idi. Onun için herkes bu yollardan geçmeyi göze alamazdı. Hele Arabistan’ın diğer kısımlarına kimse açılmaya cesaret etmezdi. Bu sebepten Arabistan’ın içerleri hâricî aleme kapalı ve meçhul idi.
Arabistan’da altın ve gümüş madeni vardı. Hemdânî (Sıfât-ü cezîretü’l-Arap) adılı eserinde bu madenlerin yerlerini tayin eder. Tarihçelere göre Kureyş kabilesinin başlıca ticaret maddelerinden biri de gümüştü. Burton’un (Medyen’in Altın madenleri) adlı bir eseri bile vardır.
Yemen ve basra körfezi cihetleri eskiden beri ma’lûm idi. Yemen bereketli ve mahsuldar bir ülke idi. Yağmurlar boldu. Muayyen mevsimlerde muntazam olarak yağışlar devam ederdi. Bu itibarla iktisadi durumu iyiydi. Memleke ma’mûre haline getirilmiş ve buralarda medeniyetler kurulmuştu. Hımyerlilerin parlak bir medeniyeti vardı. Sebâ hükümet ve memleketinin ma’murluğu halen dillerde destandır. Dağlık araziden inen selleri tutup araziyi sulamak için bentler yapmışlardı. Bunların içinden en meşhuru Ma’rip seddi idi. Bu sed yapılmazdan önce yüksek Yemen dağlarından inen yağmur suları, seller halinde Ma’rip şehrinin şark cihetinde kalan vadilerden akıp giderdi. Yemen halkı bu dağların en dar yerlerinde sedler yaparak suların tabii ceryanlarını önleyip istedikleri istikametlere çevirdiler. Böylelikle araziyi sulayarak bereketli hale getirdiler. Memleket bolluk ve nimet içinde kaldı. Yemen’de bu medeniyetlerin bekaayâsına bugün tesadüf olunmaktadır. İşte Yemen’in Arabistan yarımadasının diğer yerlerinden ayrılan hususiyeti budur ve bu yüzdendir ki tarihte oldukça mühim bir yer işgal eder. Yahudilik ve Hristiyanlık Yemen kıt’asına yayılmıştı. Yemen toprakları verimli olduğundan İranlılar da oraya saldırmışlar ve Yemen’i hakimiyetleri altına almışlardır. İranlılar mecûsi idiler. Araplar üzerinden dini bir tesir bırakamadılar. Hristiyanlar o devirlerde de çok kuvvetli bir dinî propaganda teşkilatına sahipti. Ancak Yahudi ve Hristiyanlar arasında ve keza bizzat Hristiyan mezhepleri arasında şiddetli dini münakaşalar ve mücadeleler oluyordu. Bu yüzden Araplar arasında Hristiyanlık yayılmadı. Araplar eski putperestliklerine devam ettiler. Necran hristiyanları, Medine yahudileri, bu ehl-i kitap olan her iki sınıf, Araplar üzerinde bir tesir gösteremediler. Arapları putperestlikten ayıramadılar. Arapları puta tapmak gibi bir delaletten kurtaran islamiyet olmuştur.