Derin Kalleşlik Bir Liderin Doğuşu

Not: Bu yazı Hüseyin Besli Ömer Özbay’ın yazmış olduğu Recep Tayyip Erdoğan Bir Liderin Doğuğu kitabından “Derin Kalleşlik” başlıklı alıntıdır. Yazı derin yapı ve ilgi çekici bilgiler vermektedir. Okumanızı öneriyorum. Akpartinin temellerinin atıldığı yıllarda karşılaştığı sorunlar hakkında detayları ele almış değerli yazar.

İstanbul İl Teşkilatı’ndan Özel Kalem Müdürü Mustafa Yüce arıyordu:

“Alo, Ahmet abi, biraz önce adamın biri arayıp saat 13.0015.00 arası iki saat boyunca telefon ve elektriğimizin kesileceğini söyledi… Arar da ulaşamazsanız merak etmeyin.”

“Kimmiş, sormadın mı? Nereden arıyormuş?”

“Soramadım ki. Lafı biter bitmez kapadı telefonu.”

“Tamam, sağol.”

Ahmet Ergün, telefonu kapatıp yanımıza dönerken, “İl’den aradılar” dedi. Canı sıkılmıştı. “Adamın biri, Mustafa’yı arayıp telefon ve elektriğimizin iki saat süreyle kesileceğini söylemiş…

Elektriklerin kesilmesine alışmıştık, fakat aynı anda telefonun da kesilecek olması biraz tuhaftı; yine de fazla üstünde durmadık. Nitekim daha sonra il’i arayıp “haberin aslı çıktı mı?” diye sormak aklımıza bile gelmedi.

27 Mart 1994 yerel seçimleri hızla yaklaşıyor. Refah Partisi İstanbul İl Teşkilatı olarak seçim kampanyamızı sürdürüyoruz. Göz gözü görmez bir telaş içinde kaptırmışız kendimizi, o mahalle senin bu sokak benim, koşturup duruyoruz.

Akşama doğru Ahmet Ergün’ün telefonu yine çaldı. Aramızda cep telefonu olan tek kişi kendisi olduğu için, arandığında önemli bir şey olabilir saikiyle ister istemez kulak kesilirdik.

“Alo, buyurun…”

“Sabahleyin, özel kalem müdürünüzü arayıp il binasında telefon ve elektriğinizin kesileceğini söylemiştim. Gördünüz… Ne dediysem o!”

“Gördük görmeye de, siz kimsiniz beyefendi? Nedir, ne derdiniz var bizimle?”

“Sizi uyarıyorum: Adamınız, derhal adaylıktan çekilecek ve bunu bir basın toplantısıyla deklare edecek. Aksi halde…”

“Evet, aksi halde?…”

“Bir sonraki uyarımız kanlı olacak!..”

Ahmet Bey, sükunetini muhafaza etmeye çalışarak güç bela konuşmayı aktardığında, bütün ekip donup kalmıştık.

Olup bitene bir anlam vermekte zorlanıyorduk. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için Recep Tayyip Erdoğan’ın adaylığı, kimleri ve ne için rahatsız ediyordu? Daha işin başındaydık. Üstelik, Bedrettin Dalan, Zülfü Livaneli, İlhan Kesici gibi toplumun yakından tanıdığı, medyanın olanca desteğini arkasına almış adayların yanında bizim adayımızın seçimi kazanma ihtimali şöyle dursun, esamesi bile okunmazdı. Kamuoyu yoklamaları ortadaydı; en arka sıralarda yer alıyorduk.

Birilerinin, Tayyip Bey’in adaylıktan çekilmesini istemesi için, medyanın ya da kamuoyu yoklamalarının görmediği bir şeyi görmüş olması gerekiyordu. O kişi ya da kişiler belli ki nereye bakmaları ve neyi görmeleri gerektiğini bilecek kadar deneyimli ve bir o kadar da cüretkardı.

Şehrin meydanlarını kuşatan davul zuma şamatası, kurt kuş taşkalası ve binlerce tonluk afiş, poster, bayrak istilasıyla ortaya çıkan toz duman arasında, mütevazı duruşuyla fazla göze çarpmayan bir yapıyı farketmişlerdi. Bu yapı, Refah Partisi İstanbul İl Teşkilatı’ydı.

Teşkilatın binası kadar, içinde çalışanlar, kapısından girip çıkanlar da son derece sakin, telaşsız, mütevazı insanlardı. Fakat dikkatlice bakan bir göz, onların bu seçimi kazanma konusunda ne kadar kararlı olduklarını kolayca görebilirdi. Teşkilatın başında Recep Tayyip Erdoğan vardı. Etrafında yer alan insanlar onu “reis” diye çağırıyorlardı ve Allah’ın inayetiyle Reis’i, bu muazzam şehrin başına getirmek istiyorlardı. Sabah olunca bir karınca ordusu gibi şehre yayılıyorlardı. Gece yarılarına kadar çalışıyor, ev ev, kapı kapı dolaşıyor, insanlara reisi anlatıyorlardı. Bu şehrin, onun vizyonuna, kararlılığına ve içinde taşıdığı İstanbul sevdasına ihtiyacı olduğunu söylüyorlardı. Soğuğa sıcağa, toza toprağa ve dayanılmaz kokularıyla şehri en ücra köşelerine kadar tutsak alan çöp yığınlarına aldırmadan bütün sokakları arşınlıyor; kahveleri, meyhaneleri, barları, pavyonları ve hatta umumhaneleri dolaşıyor; hastalara, yoksullara, yaşlı ve çocuk demeden herkese ulaşıyorlardı. Yorgunluk nedir bilmiyorlardı. Huşu içinde, ibadet aşkıyla çalışıyorlardı. Allah’ın emeklerini zayi etmeyeceğine kesinlikle inanıyor ve reisleri Recep Tayyip Erdoğan’ı, bu İstanbul şehrini yönetirken görmeyi çok ama çok istiyorlardı.

Bu seçimlerde herkes, Refah Partisi’ne bakıp, ‘ateş olsa cür-mü kadar yer yakar’ diyerek dudak bükerken, esrarengiz telefonların öbür ucundaki ses ve o sesin arkasında pusuya yatanlar, partiyi boş verip teşkilata bakmayı akıl etmişler ve gördükleri gerçek karşısında dehşete kapılmışlardı.

Endişelerinde haklı ve yaklaşan tehlikenin farkındaydılar.

Evet, yanılmamışlardı.

Yaklaşan tehlikenin adı: Recep Tayyip Erdoğan’dı.

Kasımpaşalıydı. Akranları arasında temayüz etmenin en kestirme yolunun bıçkınlıktan geçtiği bir semtin çocuğuydu. Fakat o, ‘Kasımpaşalılık Ruhu’nun, bir genç adamı kolayca baştan çıkarabilecek vaatlerine hiç yüz vermemişti.

Kafayı, futbola takmıştı.

İlkokul sıralarında başladığı futbolu, 12 Eylül 1980 darbesine kadar yaklaşık onaltı yıl boyunca hiç bırakmadı.

Çok genç yaşta başlayan “topçuluk serüveni”, onu bugün geldiği yere taşıyan en önemli tecrübeydi: Zorluklar karşısında yılgınlığa düşmemeyi, son ana kadar mücadeleden vazgeçmemeyi, ayağına gelen fırsatı gole çevirmeyi, hep bu yıllarda öğrendi.

Tutkuyla futbol oynayan her çocuğun, ilerde bir gün, büyük bir ‘Yıldız’ olma hayali vardır ve günler, şairin: “Her sabah / Yeni bir ihtilale ram olan hayat” diye tanımladığı günlerdir.

Hayat, Tayyip Erdoğan’ın bir futbol yıldızı olmasına fırsat vermedi. Fakat futbolla geçen yıllar, ona hız ve dengeyi, taktik ve stratejiyi, zafer ve yenilgiyi, kendine güvenmeyi ve asla pes etmemeyi öğretti.

Sporcu kimliğinin yanısıra, siyasi kariyerini destekleyen bir

diğer vasfı da, İmam Hatip’li olmasıydı. İçinde yaşadığı çevrenin diline, geleneklerine ve ahlaki değerlerine saygılıydı. Ayet ve hadislerle derinlik kattığı konuşmaları ve hitabetteki ustalığıyla dinleyenleri cezbediyordu.

1976 yılında MSP Beyoğlu İlçe Gençlik Kolu Başkanı olduğunda, henüz 22 yaşındaydı. Aynı yıl, İstanbul İl Gençlik Kolları Başkanı oldu.

1984 yılında, MSP’nin devamı olarak kurulan Refah Partisi’nin Beyoğlu İlçe Başkanıydı.

1985 yılında RP İstanbul İl Başkanı ve MKYK Üyesi olmuştu.

Şimdi de İstanbul Büyükşehir Başkanlığı’na adaydı.

Yıllardır partisinin il teşkilatının başındaydı. Bu günler için yetiştirdiği gençler ve ‘saha çalışması’yla ilgili ilk tecrübelerini kendisinin Beyoğlu Belediye Başkan adaylığı sırasında elde etmiş olan parti üyesi kadınlar, Milli Mücadele ruhunu aratmayan bir gayret ve samimiyetle canlarını dişlerine takmış, Reis i başkanlığa taşıyacak yolu açmak için çalışıyorlardı.

Başkanlığa giden yolu açmanın kolay olmadığını elbette biliyorduk; iyi hazırlanmıştık. Ne var ki, güzergâhımız boyunca tuttuğumuz yolun bu kadar kaygan, karanlık ve buzlanmaya müsait olabileceği ihtimaliyle ilk defa yüzleşiyorduk.

Akşamın karanlığı, isli bir tül gibi şehrin üstüne çökmek üzereyken, gün boyu içimizi karartan kasvet, aldığımız acı haberle doruğa ulaşmıştı: Şamandıra seçim büromuz bombalanmıştı. Bir kardeşimiz olay yerinde hayatını kaybetmiş, bir kaç arkadaşımız da yaralı olarak hastaneye kaldırılmıştı. Vakit kaybetmeden Kartal Devlet Hastanesi’ne koştuk. Yaralı arkadaşlarımızı ziyaret edip, geçmiş olsun dileklerimizi ilettikten sonra Başhekimin odasına geçtik. Hem yaralılarla ilgili bilgi almak hem de acil bir durum değerlendirmesi yapmak istiyorduk.

Bir liderin doğuşu kitabı kapak resmi
Recep Tayyip Erdoğan Bir liderin doğuşu kitabı kapak resmi

Aslında hiç birimizin konuşmaya mecali kalmamıştı. Bir yandan içimizdeki acıyı belli etmemeye çalışıyor, bir yandan da öfkeden çıldırıyorduk. Oysa bir an önce kendimizi toparlayıp sağlıklı bir durum değerlendirmesi yapmak zorundaydık.

Birden sinirlerimizi alt üst eden bir sesle irkildik; Ahmet Er-gün’ün telefonu çalıyordu. Daha doğrusu çalmıyor, kulaklarımızın zarını parçalıyordu. Hepimiz, pür dikkat nefesimizi tutmuş, adamın söylediklerini duymaya çalışıyoruz.

“Uyarılanını dikkate almadınız.” diyor, telefonun öbür ucundaki meşum ses: “Kan akacak demiştim, kaale almadınız. Bu size son ikazım!.. Bu gece bir programınız daha var. Adayınız konuşma yapacak. Söyleyin, vazgeçsin. Aksi halde konuşma esnasında vurulacak.”

Tayyip Bey’e bakıyoruz, kararsızlık ya da endişeden çok, derin bir inanmışlık hali var yüzünde. Belli ki inancı onu herhangi bir dünyasal güçten korkmayacak kadar özgürleştiriyor; gerektiğinde her şeye meydan okuyabiliyor. Onun bu derin ve dingin ruh hali hepimizi cesaretlendiriyor.

“Arkadaşlar, herkes görevinin başına!” diyor Reis. “Devam ediyoruz!”

Konuşma, bir minibüsün üstünde yapılacak. Gönüllü arkadaşlarımız ve teşkilat çalışanları, kendilerini Reis’e siper ediyorlar.

İçimizde silah taşıma ruhsan olan arkadaşlarımız var Ayrıca pompalı tüfeklerimiz mevcut. Eller tetikte, etrafı kolluyoruz. Öyle gerginiz ki, kazara çocuğun biri maytap patlatsa, kıyamet kopacak!

Oldukça kısa tutulan konuşmanın ardından program sona eriyor. Başka türlü olmasına da imkan yok zaten.

İşimizi bitirip Tayyip Bey’i evine ulaştırmak üzere yola çıkmaya hazırlanırken, telefon çalıyor:

Gece henüz bitmedi!” diyor, telefondaki ses: “Eve varıncaya kadar kat edeceğiniz uzun bir yolunuz var… Ensenizdeyiz.”

Tam, kazasız belasız programı tamamladık” diye avunurken, bu telefonla, sabahtan beri içinde yuvarlandığımız karanlığa bir kez daha saplanıp kalıyoruz. Tedirginlik, yılgınlık, karamsarlık; hülasa, “pes artık” diyebileceğimiz ne varsa, had safhada. Bir taraftan da teyakkuz durumundayız; ne işe yarayacaksa!..

Adamların işi ne kadar sıkı tuttukları ortada. Her attığımız adımdan haberdar oluyorlar. Teknolojik sütrelerin karaltısında pusuya yatıp, uzaktan uzağa bize meydan okuyan organize bir kalleşliğin hedef tahtasındayız.

İyi de, ne yapacağız?
Tehdit telefonlarından, polis dahil kimseye söz etmemiştik. Özellikle devlet katında hiçbir mercinin, bu süreci engelleyebileceğini düşünmüyorduk. Arkamıza dönüp baktığımızda tezimizi kanıtlayacak yığınla olay vardı.

Tayyip Bey’i ölümle tehdit edenler, bunu siyasi bir maksatla yapıyorlardı. Bu güne kadar siyasi nedenlerle hedef seçilip de kolluk güçlerine sığınarak kurtulan bir tek Allah’ın kulu olmuş muydu? Ne gezer!.. Siviller bir yana, Silahlı Kuvvetlerin zirvelerinde yer alan Hulisi Sayın, Eşref Bitlis, Bahtiyar Aydın gibi ismiyle müsemma generallerimiz ve daha bir çok yüksek rütbeli askerimiz, şimdi toprağın altıda değiller miydi? Bu paşaları biz suikastlerde değil de Yunan Harbinde mi kaybettiydik?

Koskoca Turgut Özal, Cumhurreisimizdi; evladından ileri saydığı Adnan Kahveci’yi, şaibeli bir ölümün pençesinden kurtarabildi mi? Keza Uğur Mumcu’nun katledilmesi, hangi günahının kefaretiydi?

Şu bir kaç yılda işlenen siyasi cinayetleri gözden geçirdiğimizde karşımıza çıkan gerçek, en hafif deyimiyle ürkütücüydü. Bu ülkede ‘katli vacip’ sayılmanız için, tehlike algısının öznesi olmanız gerekmiyor. Tehlikeyi var eden ‘sorun’a barışçıl önermelerle yaklaşmanız bile ‘devletin operasyonel alanı’na müdahale ettiğiniz anlamına geliyor ve bizatihi ‘tehdit unsuru’ sayılmanıza yetiyor. Bu durum, eğer gözardı edilemeyecek kadar önemli bir makamı işgal ediyorsanız aciliyet kesbediyor.

Tayyip Bey, devletin yönetim katlarında görevli değildi; fakat Refah Partisi İstanbul il başkanıydı ve etrafındakilerin kendisini “reis” diye çağırdığına bakılırsa liderlik serüveni çoktan başlamıştı. Yıldızı hızla parlıyordu. İnsanlara çok kolay ulaşıyor-du. Ülkenin sorunlarına ilgisiz kalmıyordu. Müesses Nizam’ın alışık olmadığı bir lisanla konuşuyordu. Güneydoğu’da olup bitenleri anlamaya çalışıyordu. Bir ‘İl Başkanı’ gibi değil, alttan alta memleket meselelerinin üstesinden gelmeyi gözüne kestiren bir ‘lider’ gibi davranıyordu. Sorumluluk almaktan kaçınmıyordu. Danışmanlarına ‘Kürt Sorunu’ ile ilgili raporlar hazırlatıyor, orada yaşayan insanların PKK zulmü kadar devlet zulmüne de maruz kaldığından söz ediyordu. Devleti, ırkçı, baskıcı, asimilasyon yanlısı uygulamalarından vazgeçmeye çağırıyordu.

Cumhuriyet elitleri, ‘ulus devlet’ inşası ve ‘modernleşme’ sürecinde ‘İslam’ ve ‘Kürt kimliği’ni fevkalade tehlikeli iki hasım olarak tanımlayıp dışlarken,Tayyip Bey’in, inançlı bir müslüman olarak siyasete katılması, vasıfları giderek tebarüz etmeye başlayan müstakbel liderliğinin ‘sistem’i huzursuz edecek imalar taşıması, bütün bunlar yetmezmiş gibi, Kürt sorununa yaklaşımında ‘resmi söylem’i dışarıda bırakan tamamen farklı, adil ve tarafsız bir dil kullanıyor olması, birilerini çileden çıkarmış ve şimdiden

Durumun ciddiyetini ve maruz kaldığımız kalleşliğin yaratacağı sonuçları kestirmeye çalışıyoruz; ve maalesef, işin içinden bir

Reis, tartışmaları dinliyor ve nihai kararını açıklıyor: “Kor-

Eve dönüş güzergahını gözden geçirmeye başlıyoruz. Kısıklı caddesinden eve gidecek yola girildikten sonraki ilk yüz metrelik bölüm çok tehlikeli. Yol boyunca devam eden çalılık ve dalları birbirine karışmış bodur ağaçlar, arkasına gizlenen bir tehlikeyi

İşe yarayacağını umut ederek bir hareket planı yapıyoruz.

Konvoyun önündeki araçta koruma görevini üstlenen arkadaşlarımız olacaktı. Makam aracını ortaya almıştık. Reis, arkada Mustafa Erdoğan’ın aracındaydı. Makam aracında Reis’in oturduğu koltukta başka bir arkadaşımız olacak, yanına da Ahmet Ergün oturacaktı. Aracı her zaman olduğu gibi Ahmet Çamlı kullanacaktı.

Hiç bitmeyecekmiş gibi uzayıp giden o yolu nasıl geçtiğimizi hiç hatırlamıyorum. Tek hatırladığım, gerilim filimlerini aratmayacak bir maceranın ardından sağ salim eve ulaştığımızda, hepimiz terden sırılsıklamdık.

Aynı binanın alt katındaki ofiste toplanmıştık. Herkes bulduğu bir koltuk ya da iskemlemeye yığılmış rahatlamaya çalışıyordu.

Birden odanın sessizliğini parçalayan bir telefon sesiyle yerimizden fırladık; katilimiz arıyordu.

Hepimiz nefesimizi tutmuş, Ahmet Ergün’ün yüzüne bakıyoruz. Yüzünde beliren her değişiklikten bir mana çıkarma telaşındayız. Konuşmanın sonuna doğru, Ahmet’in yüzü aydınlanır gibi oluyor; bu sefer gerçekten rahatlıyoruz…

“Ne dedi?”

Ahmet Bey, duymuyor bile. Sayıklar gibi kendi kendine aynı sözcükleri tekrarlayıp duruyor:

“Bitti! Kabus, bitti!”

“Ahmetciğim, ne dedi? Anlatsana, biten ne? Kabus kim?”

“Dedi ki…”

“Evet…”

“’Adamınız herifmiş’ dedi. ‘Adaylığı hayırlı olsun!..’”

Hepsi bu mu yani? Bütün gün çektiklerimiz, bu bir çift sözü hak edebilmek için miydi? “Adamınız herifmiş!..” İyi de, bunu şimdi mi öğrendiniz?

Anlaşılan, ölümü gösterip sıtmaya razı ederek Tayyip Bey’e bir mesaj vermeye çalışıyorlardı: İstanbul’a “Başkan” olabilirsin, hatta Türkiye’ye “Başbakan” bile olabilirsin; fakat, oyunu bizim kurallarımızla oynayacaksın!.. Patronun kim olduğunu unutmayacaksın!.. Kurduğumuz dengeyi bozmayacaksın!…

Peki, verilen mesaj yerine ulaşmış mıydı?

Haşa!..

Yazar: Hüseyin Besli Ömer Özbay Bir Liderin Doğuşu kitabı (Sayfa 9)

Yorum yapın