Arabistan’da bu devirde Hanifler vardı. Bu ta’biri Kur’an-ı Kerim, Hazret-i İbrahim hakkında kullanmaktadır:
İbrahim ne Yahûdî idi, ne de Hristiyan idi. O Hanif Müslüman idi.” (Âl-i İmran sûresi, âyet: 67)
Hanif: Dalâletten istikamete meyleden, batıldan hakka, doğruya dönen kimseye denir. Hazret-i İbrahim hakka meylettiği için kendisine Hanif denilmiştir. O, atalarının tuttuğu bâtıl yoldan dönüp doğruyu bulmuştur. Tebliğ ettiği dinin esasları hakti. Dinî, tevhit dinî, İslâm dinî idi. Zamanlar geçtikçe Hazret-i İbrahim’in getirdiği bu tevhid dininin esasları bozulmuş ise putperestlik karışmıştı. Fakat araplar arasında Allah’ın birliğinin inanç izleri şurada burada arasıra seziliyordu Araplar arasında aklı başında olup zekaları işleyen insanlar, düşünen kafalar; dilsiz ve sağır putlara tapmaktan nefret ediyorlardı.
Hazreti Muhammed’in bi’setinden az önce böyle bir hareket başlamış, Hanifler türemişti. Meşhur Siyer sahibi İbn-i İshak der ki: Bir putun şerefine kurulan bir panayırda Varaka b. Nevfel, Ubeydullah b. Cahş, Osman b. Huveyris, Zeyd b. Amr ismindeki şahıslar hadd-i zâtında cansız, dilsiz, sağır olan hiçbir menfaat getirmeyen ve hiçbir zararı def edemiyen birtakım putlara eğilmeyi, onların önünde secde etmeyi zillet addetmişlerdi. Bu dört kişi Kureyş kabilesine mensub idiler. Bunlardan Varaka b. Nevfel, Hazret-i Muhammed’in ilk muhterem eşi Hazret-i Hatice’nin amcası oğlu idi. Zeyd b. Amr, Hazret-i Ömer’in amcası, Ubeydullah bin Cahş, Hazret-i Hamza’nın kız kardeşi oğlu; Osman b. Huveyris ise Abduluzza’nın torunu idi. Bunlardan Zeyd b. Amr, Hazret-i İbrahim’in dinini aramak için Suriye’ye gitmiş, orada Yahûdî hahamları ve Hristiyan papazları ile görüşmüş, onlardan aldığı malûmat pek hoşuna gitmemiş: Ben Hazret-i İbrahim’in dinine sülük ediyorum, demekle iktifa etmişti, imam Buharı, Varaka, Ubeydullah ve Osman’ın Hristiyanlığı kabul ettiklerini rivayet eder.
Arabistan’da koyu bir dalâlet hâlinde sürüp giden putperestliğe karşı gelenlerden biri de meşhur arap şâirlerinden (Ümeyye b. Salt)dır. Bu zât Taif halkının reisi idi. Büyük İslâm âlimi İbn-i Hacer’in terceme-i hâle dâir yazdığı El-Isâbe adlı eserinde naklettiğine göre: Ümeyye, Câhiliyyet zamanında Mukaddes kitapları okumuş, putperestliği terk ederek Hazret-i İbrahim’in dinini kabul etmişti. (Şemail) in rivâyetine göre de, Peygamber Efendimiz ashabtan biriyle at üzerinde giderken o zat, Peygamberimize Ümeyyenin şiirlerinden bir kıt’ayı okumuş, Resûl-i Ekrem Efendimizin bu kıt’a hoşuna gitmiş, onun şiirinden diğer bir parçayı okumasını arzu etmiş, kasîde sona erince Peygamber Efendimiz: “Ümeyye müslümanlığa çok yaklaşmış…” demişti. Onun şiiri îman etmiş, fakat kendisi küfürde kalmıştı.
Arapların en karanlık devirlerini teşkil eden Câhiliyyet devrinde putperestlikten nefret ve ikrâh ederek bunlardan yüz çevirenlerin sayısı yalnız yukarda isimleri geçmiş zâtlardan ibaret değildi. Bunlar meyânında ismi zikredilmesi gereken şahıslardan biri de meşhur Arap hatiperinden biri olan (Kus b. Saide) dir. Bu zât da putların aleyhinde bulunuyordu. Hazret-i Peygamber Efendimiz gençliğinde bunun bir nutkunu dinlemiştir. Bundan ilerde bahsedeceğiz.
Tarihlerin rivayetlerinden anlıyoruz ki, Mekke ve Medîne ahâlîsinden birçoklan Hazret-i İbrahim’in dinini tazeleyip getirecek bir zatın çıkmasının yaklaştığını söyleyerek İbrahim’in dininin arıyorlardı. Arabistan’a çöken ve bütün dünyayı saran dalâlet bulutlarını dağıtacak hakikat nûrunun parıldamasını bekliyorlardı.Âhir zaman peygamberi Hazret-i Muhammed’in gelmesi yakındı.
“Hem Muhammed gelmesi oldu yakin
Çok alâmetler belürdü gelmedin.”
Burada bir noktaya isâret etmeden geçemeyeceğiz. Arabistan’da putperestlikten nefret eden Hanifler gibi bir kaç kişinin hakikâtı araması, bazı garp muharrirlerince ters anlaşılıyordu. İslamiyetten önce de Arabistan’da sahih dinin ve halis tevhidin mevcud olduğunu söylüyorlar. İslamiyet yeni birşey getirmedi demek istiyorlar. Arabistan’da bir kaç kişinin Hz. İbrahim’in dinini araması, putperestlikten nefret etmesi, bu koca yarımadanın hakiki manzarasını değiştirmiş miydi? Hakikatte o hareketleri yeni bir Peygamberin zuhuruna intizâr içindi. Eğer hâlis tevhid ve sahih din mevcut ise, Hazret-i Muhammed tevhid dinini tebliğ etmek için neye o kadar uğraştı? Neden butun müşrikler tevhid dinine, sahili İslâm dinine o kadar karşı geldiler, bütün kuvvetleriyle onu boğmağa kalkıştılar? Hakikatte Arabistan koyu bir dalâlet ve cehâlet içinde idi. Tarih ve edebiyat o devire, Islâmiyetten önceki o çağa Câhiliyyet Devri adını vermekle büyük bir hakikati ifâde etmiş oluyordu. Bu devir karanlık, kaba, süflî şeylerle dolu bir devirdi. Kızlar diri diri toprağa gömülür, üvey vâlide; babanın mîrâsı arasında eski ev eşyası meyanında oğula miras olarak intikal eder, öz kız kardeşle evlenmek mübah görülür, kumar, içki, zinâ, alelâde şeylerden sayılırdı. Hayâsızlık o dereceye varmıştı ki, İmrü’1-Kays gibi bir şâir amcasının kızıyla geçirdiği gayri meşru bir aşk macerasını, sevdâ münâsebetlerini tasvir etmekten çekinmemiş ve onun bu açık saçık kasidesi mukaddes Kâ’benin duvarına asılmıştı.
Yemen, Arabistan yarımadası içinde medeniyetçe en ileri giden yerdi. Toprağı bereketli ve mahsuldar idi. Seba’, Hımyer Hükümetleri, Arabistan yarımadasının cenup kısmında kurulmuşlardı. Romalıların buraya “Zengin Arabistan” namını vermeleri boş yere değildi. Seba’ Devletinin kurduğu parlak medeniyetin eserleri bugün bile seyyahlar tarafından büyük bir hayranlıkla temaşa edilmektedir. Oralarda yüksek bir medeniyetin izleri hâlâ yaşıyor. Bununla beraber Yemen kıt’ası Arabistan yarımadasının merkezi olmamış, arapların gözleri o tarafa çevrilmemiştir. Arapların dinî merkezi dâima Mekke şehri idi. Burası kutsî hatıralarla dolu mübârek bir belde idi. Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İsmail tarafından bina olunan Ka’be, mukaddes Beytullah burada idi. Beyt-i şerif mübârek bir makamdı. Bütün Araplar hac maksadıyla oraya koşarlardı. Uzak diyarları aşarak oraya gelirlerdi. Araplar yavaş yavaş, Hazret-i İbrahim’in dininden, tevhid esâsından ayrılıp putperestliğe daldıktan sonra bile, Kâ’be kutsiliğinden birşey kaybetmemiştir. İçi putlarla dolduğu halde Araplar tarafından ziyaret ve tavaf edilegelmiştir. Böylelikle Mekke, ticaret hayatında da mühim bir yer işgal etmiştir. Hem ziyaret, hem ticaret maksadıyla gelenler çoğalmıştır. Mekke Arabistan yarımadasının yalnız dinî merkezi olmakla kalmamış, aynı zamanda ticaret merkezi de olmuştur. Buradan cenûba -Yemen’e- şimâle -Suriye’ye- ticaret kervanları gidip gelirdi.